Sultanbeyli’de bir metro var; tıpkı Raif Efendi’nin defterlerinde sakladığı Maria Puder gibi… Varlığı biliniyor, ismi anılıyor, ama kimseye tam olarak dokunamıyor. Her seçim döneminde vaatlerin rafında bir kez daha özenle sergileniyor; ardından bir deftere kaldırılıp sessizliğe terk ediliyor.
Yıllar önce temeli atıldı, fotoğraflar çekildi, açılış tarihleri verildi. Fakat metro hâlâ yerin altındaki yalnız bekleyişini sürdürüyor. Belki bir tünelde, belki bir istasyon iskelesinde, bir Maria Puder gibi “bir gün açılacağım” umuduyla sessizce bekliyor.
Tıpkı Raif Efendi’nin Berlin’de yaşadığı iç dünyası gibi, Sultanbeyli metrosunun da kimsenin göremediği bir hikâyesi var. Dışarıdan bakıldığında sıradan bir bekleyiş gibi görünse de, her gün işe giden binlerce insan için bu bir hayal kırıklığı ritüeli… Her sabah tekrar eden bir “belki bu yıl” beklentisi.
Birçok vatandaş için bu metro, artık sadece bir ulaşım aracı değil. Geciken bir sözün, tutulmayan vaatlerin ve unutulan mahallelerin sembolü haline geldi. Kimileri hâlâ umutlu. Kimileri ise artık bu metronun sadece siyaset defterine yazılmış, ama raylara hiç uğramamış bir karakter olduğunu düşünüyor.
Ve Sultanbeyli, her gün kalabalık minibüslerin içinde sıkışırken, bir roman karakteri gibi iç sesiyle soruyor:
“Metro geldi mi Maria?”